MEVZUAT/KARARLAR

AYM'den 6 yeni karar

Şüpheliye Herhangi Bir Nedenle Ulaşılamaması Hâlinde Seri Muhakeme Usulünün Uygulanmayacağını Öngören Kurala İlişkin İtiraz Başvurusu Hakkında Karar

Anayasa Mahkemesi 10/9/2025 tarihinde E.2025/51 numaralı dosyada, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 7188 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle başlığı ile birlikte yeniden düzenlenen 250. maddesinin (13) numaralı fıkrasında yer alan “…ya da başka bir nedenle şüpheliye ulaşılamaması…” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline, iptal hükmünün kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir.

İtiraz Konusu Kural

İtiraz konusu kuralda, Cumhuriyet başsavcılığı tarafından şüpheliye herhangi bir nedenle ulaşılamaması hâlinde seri muhakeme usulünün uygulanmayacağı öngörülmüştür.

Başvuru Gerekçesi

Başvuru kararında özetle; Cumhuriyet savcısının şüpheliyi seri muhakeme usulünün uygulanmasını teklif etmek amacıyla davet edeceği durumlarda şüpheliye ne surette ulaşılacağına ilişkin olarak kanunda bir açıklığın bulunmadığı, bu sebeple davetin yazılı bildirimin yanı sıra telefon, telgraf, faks, elektronik posta gibi iletişim araçlarıyla da yapılabildiği, şüpheliye bu araçlarla ulaşılamayan hallerde itiraz konusu kuraldaki belirsizlik nedeniyle seri muhakeme usulü uygulanmaksızın kamu davasının açılabileceği, suç isnadı altında bulunan kişinin daha az ceza almasını temin edecek bir imkândan yararlanamamasına yol açan bu durumun hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Hukuk devletinde kanun koyucunun anayasal ilkelere bağlı kalmak şartıyla cezai uyuşmazlıklarda alternatif uyuşmazlık çözüm yolu öngörüp öngörmeme veya hangi suçlara söz konusu kurumların uygulanacağını, bunların şartlarını, yöntemini, kişi veya kurum yönünden kapsam ve sınırları ile istisnalarını belirleme konusunda takdir yetkisi bulunmaktadır.

Kanun koyucu, takdir yetkisi kapsamındaki düzenlemeleri yaparken elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşan ve hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Buna göre şüpheliye herhangi bir nedenle ulaşılamaması hâlinde seri muhakeme usulünün uygulanmamasını öngören kuralın elverişlilik, gereklilik ve orantılılık alt ilkelerine uygun olması gerekir.

Kural kapsamında şüpheliye herhangi bir nedenle ulaşılamaması hâlinde seri muhakeme usulü uygulanmaksızın yargılamaya genel hükümlere göre devam edilmesinin ceza yargılamasının sürüncemede kalmaksızın makul sürede bitirilmesine katkı sunacağı açıktır. Dolayısıyla kuralın anılan meşru amaca ulaşma bakımından elverişli ve gerekli olmadığı söylenemez.

Seri muhakeme usulünün uygulanmasında şüphelinin iradesi ön planda olup söz konusu usulün ceza miktarı itibarıyla fail lehine olduğu açıktır. Bu bağlamda maddi ceza hukuku bakımından lehe sonuçlar doğuran söz konusu usulün uygulanmasında şüphelinin, iradesini sağlıklı bir şekilde ortaya koyabilmesine imkân tanınması gerekir. Nitekim şüpheliye herhangi bir nedenle ulaşılamaması sebebiyle seri muhakeme usulünün uygulanmadığı durumlarda suç isnadı altında bulunan kişi cezada yarı oranında indirim yapılmasını sağlayacak imkândan mahrum kalacaktır. Bu nedenle kuralın orantılılığı değerlendirilirken şüphelinin seri muhakeme sürecinden haberdar edilmesine dair yöntemlerin ve buna ilişkin güvencelerin yeterliliğinin de dikkate alınması gerekir.

Cumhuriyet başsavcılığının seri muhakeme usulü teklifine yönelik davet etme usulü 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda düzenlenmemiştir. Anılan Kanun’da sınırlayıcı bir yöntem öngörülmediğinden savcılığın şüpheliye her türlü vasıta ile ulaşabilmesi mümkünse de -davet usulünde 7201 sayılı Kanun hükümleri ve bu kapsamdaki güvencelerin uygulanmasına ilişkin olarak herhangi bir zorunluluğun öngörülmediği de gözetildiğinde- şüpheliye 7201 sayılı Kanun’a göre tebligat yapılmadığı ve diğer vasıtalarla da (telefon, mail vs.) ulaşılamadığı durumlarda Cumhuriyet başsavcılığının bu hususa ilişkin olarak düzenleyeceği tutanağın mahkemece denetlenmesine imkân tanınmadığı anlaşılmıştır.

Bu bağlamda cezasından yarı oranında indirim yapılma imkânından mahrum bırakılan şüphelinin söz konusu tutanağın aksine kuralda öngörülen şartların gerçekleşmediğini ileri sürerek bu husustaki itirazlarını dile getirmesi de mümkün değildir. Nitekim mahkemece bu konuda bir değerlendirme yapılarak gerekirse seri muhakeme usulünün yeniden işletilmesine imkân sağlayan etkili bir yolun da 5271 sayılı Kanun’da düzenlenmediği görülmüştür.

Dolayısıyla kuralla şüpheliye seri muhakeme usulünün uygulanmasının teklif edilmesi amacıyla yapılacak davete ilişkin olarak öngörülen yöntemlerin şüphelinin yargılama sürecinden haberdar edilmesine ve yargılama faaliyetine aktif katılımına dair yeterli güvenceleri içermediği değerlendirilmektedir. Buna göre kural uyarınca seri muhakeme usulünün uygulanamaması sebebiyle ortaya çıkan dezavantajlı duruma karşı kanunda dengeleyici mekanizmaların öngörülmediği, bu yönüyle kuralın şüpheliye katlanamayacağı bir külfet yüklediği anlaşılmıştır.

Bu itibarla kural kapsamında şüpheliye herhangi bir nedenle ulaşılamaması hâlinde seri muhakeme usulü uygulanmaksızın yargılamaya genel hükümlere göre devam edilmesine imkân tanınmasının meşru amaç bakımından orantılı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

Bireysel Başvuru Hakkının Kötüye Kullanılmasına İlişkin Karar

Anayasa Mahkemesi İkinci Bölümü 28/5/2025 tarihinde, A.E. ve diğerleri (B. No: 2024/5814) başvurusunun, başvuru hakkının kötüye kullanılması nedeniyle reddine karar vermiştir.

Olaylar

Gelir İdaresi Başkanlığı (GİB) tarafından Türkiye Bankalar Birliğine (Birlik) yazılan yazı üzerine bankalar tarafından, fiziki teslimat olmaksızın banka hesapları üzerinden yapılan altın satış işlemleri için banka ve sigorta muameleleri vergisi (BSMV) hesaplanıp vergi idaresine ödenmeye başlanmıştır. İlerleyen süreçte söz konusu BSMV'nin iptali talebiyle açılan davada Danıştay, GİB'in ilgili yazısı ve bu yazıya istinaden yapılan vergilendirme işleminin iptaline karar vermiştir. Danıştay kararının tebliğ edilmesi üzerine GİB tarafından yazılan yazı ile BSMV alınmaması yönünde uygulamaya gidilmesi Birliğe bildirilmiştir. Bununla birlikte bankalar tarafından bir süre daha müşterilerinden BSMV kesintisi yapılmaya devam edilmiştir.

Başvurucular vekili bir kısım akrabalarının banka hesapları üzerinden çok düşük tutarlarda işlemler yaparak her bir işlem için ayrı ayrı toplamda 1.600'ün üzerinde dava açmıştır. GİB'in Birliğe ikinci yazısından önce ve sonra olmak üzere açılan bu davaların konusu, ayrı ayrı yapılan bankacılık işlemleri ile kesilen her biri 0,50 TL ilâ 4 TL tutarındaki BSMV'lerin iptali ve iadesi talepleridir. Açılan davaların konusu çok düşük olduğundan vergi mahkemelerince kesin olarak karar verilmiştir. Bu davaların bir kısmında farklı miktarlarda vekâlet ücretlerine hükmedilirken bazı davalarda ise vekâlet ücretine hükmedilmemiştir. Bireysel başvuru dosyasına konu diğer bir kısım davada ise olayda hakkın kötüye kullanılmasının söz konusu olduğu ve başvurucular lehine vekâlet ücretine hükmedilmemesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Başvurucular lehine vekâlet ücretine hükmedilmeyen bu kararların gerekçelerinde; başvurucular vekilinin kendisinin ve eşinin akrabaları adına 1.000'den fazla dava açtığı, başvurucuların banka hesapları üzerinden her gün yaklaşık 0,40 gram altın alımı yaparak ayrı ayrı dava açtığı, dava konusu işlemlerin başvurucular vekili tarafından vekâlet ücreti kazanmak amacıyla gerçekleştirildiğinin anlaşıldığı hususlarına yer verilmiştir.

İddialar

Başvurucular, banka hesapları üzerinden fiziki teslim olmaksızın yapılan altın alımı işlemlerinden banka ve sigorta muameleleri vergileri kesilmesi nedeniyle mülkiyet hakkı ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Bireysel başvuru usulünün amacına açıkça aykırı olan davranışların başvuru hakkının kötüye kullanılması olarak değerlendirilmesi mümkündür. Anayasa Mahkemesi, önüne gelen her başvuruda somut olayın özelliklerini gözeterek kötüye kullanmanın var olup olmadığını değerlendirebilir. Bu kapsamda, hukuk sistemindeki boşluklardan yararlanılarak haksız ve fahiş şekilde vekâlet ücreti almak amacıyla kişiler ya da kamuya karşı gerçek bir temeli olmayan ve bir hakkın korunmasını amaçlamayan çok sayıda dava açılması ve bu davaların bireysel başvuruya konu edilmesinin de kötüye kullanma teşkil edebileceği açıktır. Mahkemelerin görevi önlerine gelen uyuşmazlıkların çözümü ve adaletin sağlanmasıdır. Bu bağlamda mahkemelerin suni uyuşmazlıklar oluşturularak kişisel zenginleşme aracı olarak kullanılmasına cevaz verilmemelidir. Buna karşılık çok sayıda vekâlet ücreti almak amacıyla suni olarak dava sayılarının çoğaltılması suretiyle bireysel başvuru hakkının kötüye kullanıldığı sonucuna varmak için somut olayın koşulları altında kötüye kullanmanın açık ve bariz olduğunun tespit edilmesi gerekir.

Somut olayda başvurucular vekili, açtığı davalarda davanın kabulü yönünde verilen ve lehine maktu vekâlet ücretine hükmedilen davalar dışındaki davaları aynı zamanda bireysel başvuruya da konu etmiştir. Bu şekilde toplam 29 bireysel başvuru dosyası açılmıştır.

Başvuruya konu olayda başvurucuların, banka hesaplarındaki tasarruflarının değerlendirilmesi amacından ziyade, vergi kesintisi yapılması yönündeki idari uygulama değişikliğinin sistemsel olarak kanuni dayanağının sorunlu olmasından yola çıkarak hareket ettikleri değerlendirilmiştir. Bir başka deyişle aralarında yakın akrabalık ilişkisi bulunduğu da anlaşılan başvurucular ve vekillerince gerçekleştirilen altın alış işlemleri üzerine kesilen BSMV'lerin iptali ve iadesi talebiyle açılan davaların gerçek bir uyuşmazlığa dayanmadığı ve hükmedilmesi olası çok sayıda vekâlet ücretine odaklanılarak davaların suni olarak oluşturulduğu gözlemlenmiştir. Bu kapsamda başvurucular vekili, vergi mahkemelerinde yüzlerce dava açarak bu mahkemelerin iş yüklerinin ciddi şekilde artmasına ve yaşanan emek kaybı nedeniyle bu mahkemelerde görülen davaların yargılama sürelerinin uzamasına neden olmuştur. Aynı şekilde başvurucular vekilinin bu davaların bir kısmını bireysel başvuruya da konu ederek benzer bir tutumu Anayasa Mahkemesi nezdinde de sürdürdüğü tespit edilmiştir. Somut olayın koşulları bir bütün olarak değerlendirildiğinde dava ve bireysel başvuru hakkının açıkça kötüye kullanıldığı sonucuna ulaşılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle başvurunun 366 davaya ilişkin kısmının başvuru hakkının kötüye kullanılması nedeniyle reddine karar vermiştir.

Faiz Miktarının Sözleşmeyle Tespit Edilmediği Durumlarda Uygulanacak Kanuni Faiz Oranına Dair Düzenlemeler İçeren Kurala İlişkin İtiraz Başvurusu Hakkında Karar

Anayasa Mahkemesi 22/7/2025 tarihinde E.2024/24 numaralı dosyada, 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun’un 5335 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle değiştirilen 1. maddesinin “Sözleşmeden kaynaklanmayan borç ilişkileri” yönünden Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline, iptal hükmünün kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir.

İtiraz Konusu Kural

İtiraz konusu kuralın birinci fıkrasında; 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’na göre faiz ödenmesi gereken hâllerde miktarı sözleşmeyle tespit edilmemişse bu ödemenin yıllık yüzde on iki oranı üzerinden yapılacağı hükme bağlanmış, ikinci fıkrasında ise Cumhurbaşkanı’nın bu oranı aylık olarak belirlemeye, yüzde onuna kadar indirmeye veya bir katına kadar artırmaya yetkili olduğu öngörülmüştür.

Başvuru Gerekçesi

Başvuru kararında özetle; enflasyonun nispeten yüksek olduğu dönemlerde faiz oranı ile enflasyon oranı arasında büyük farkların oluşması ihtimalinin bulunduğu, itiraz konusu kuralda öngörülen faiz oranının enflasyonist bir ortamda yeterli düzeyde olmadığı, bununla birlikte kuralda paranın değer kaybının önlenmesi bakımından herhangi bir güvenceye yer verilmediği, Cumhurbaşkanı’na tanınan faiz oranını artırma yetkisinin de paranın değer kaybının önlenmesi açısından yeterli olmadığı, bu yönüyle kuralın mülkiyet hakkını, hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkelerini ihlal ettiği ayrıca mevduat faizi, kredi ve kredi kartı faizleri, bankalar tarafından alınan ek hesap faizi, ticari işlere uygulanan avans faizi ile devletin vatandaşlardan olan alacaklarına uygulanan gecikme faizi ve gecikme zammı oranlarının kanuni faizden çok daha yüksek olmasının eşitsizliğe neden olduğu belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Pozitif yükümlülükleri nedeniyle devletin, mülkiyet hakkı bakımından koruyucu ve düzeltici bazı önlemler alması gerekir. Mülkiyet hakkına müdahalenin doğurduğu olumsuz sonuçların mümkünse eski hâle döndürülmesi, mümkün değilse malikin zarar ve kayıplarının telafi edilmesini sağlayan idari veya yargısal birtakım hukuki mekanizmaların oluşturulması devletin pozitif yükümlülüklerinin bir gereğidir.

Bu kapsamda devletin hak edildiği hâlde alınamayan bir miktar paranın değerinde oluşacak aşınmayı telafi edecek mekanizmaları geliştirmesi gerekir. Paranın değerinde oluşacak aşınmayı telafi edecek mekanizmaların geliştirilmesi paranın değerini sürekli olarak kaybettiği enflasyonist dönemlerde ayrı bir önem kazanır; zira hak edildiği hâlde alınamayan bir miktar paranın satın alma gücü, dönem sonunda enflasyon oranında azalmış olacaktır.

Anayasa Mahkemesinin gerek norm denetimi kapsamında gerekse bireysel başvuru kapsamında verdiği çeşitli kararlarında da alacakların mülkiyet hakkı kapsamında olduğu, alacakların geç ödenmesi hâlinde enflasyon oranları altında olmayan bir faiz ödenmesinin bireyin hakları ve kamu düzeni bakımından önem taşıdığı belirtilmiştir (AYM, E.1997/34, K.1998/79, 15/12/1998; E.2022/83, K.2023/69, 5/4/2023; Mehmet Akdoğan ve diğerleri [1. B.], B. No: 2013/87, 19/12/2013; Akel Gıda San. ve Tic. A.Ş. [2. B.], B. No: 2013/28, 25/2/2015; Abdulhalim Bozboğa [1. B.], B. No: 2013/6880, 23/3/2016; Ferda Yeşiltepe [GK], B. No: 2014/7621, 25/7/2017).

Dolayısıyla hak edildiği hâlde alınamayan bir miktar paranın değerinde oluşacak aşınmayı telafi etmek amacıyla paranın asıl sahibine faiz uygulanmak suretiyle ödenmesinin öngörüldüğü durumlarda asıl alacağa uygulanacak faiz oranının veya faiz oranının belirlenmesi amacıyla oluşturulan mekanizmaların paranın değerinde oluşacak aşınmayı telafi edecek nitelikte olması ve bu suretle para alacağının enflasyon etkisiyle yitirilen değerinin belli ölçüde de olsa karşılanmasını sağlayacak güvencelerin bulunması gerekmektedir. Zira belirli bir süre yoksun kalınan paranın geri ödenmesi sırasında uygun ve adil bir giderimden söz edilebilmesi için para alacağı değer kaybına uğratılmadan ödenmelidir.

Bu bağlamda kuralın birinci fıkrasında kanuni faiz ödenmesi gereken hâllerde bu ödemenin yıllık yüzde on iki oranı üzerinden yapılacağı hükme bağlanmıştır. Bu durumda hak edildiği hâlde alınamayan bir miktar paranın ödeneceği tarihe kadar geçen sürede hak sahibinin enflasyon etkisiyle makul olanın ötesinde bir ekonomik kaybının oluşabileceği açıktır. Bunun yanı sıra kuralın ikinci fıkrasında Cumhurbaşkanı’na kanuni faiz oranını artırma yetkisi tanınmış ise de söz konusu yetkinin kanuni faiz oranını bir katına kadar artırmaktan ibaret olduğu, bu durumda kuralda belirlenen kanuni faiz oranının Cumhurbaşkanı tarafından en fazla yıllık yüzde yirmi dört oranına çıkarılabileceği anlaşılmaktadır.

Bu değerlendirmeler ışığında, kuralla borcun geç ödenmesi nedeniyle belli bir oranda faiz ödenmesi öngörülmekle birlikte paranın değerinde oluşacak aşınmayı telafi etmek amacıyla enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğramadan ödenmesini sağlayacak mekanizmaların öngörülmediği, hukuk sisteminde alacağın enflasyon karşısında değer kaybının önlenmesi için etkili bir hukuk yolunun bulunmadığı anlaşılmıştır. Bu itibarla kuralın Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkı ile bağlantılı olarak Anayasa’nın 40. maddesinde düzenlenen etkili başvuru hakkına aykırılık oluşturduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın “Sözleşmeden kaynaklanmayan borç ilişkileri” yönünden Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklikler Yapılmasını Öngören Kuralların İptal Talebine İlişkin Karar

Anayasa Mahkemesi 7/5/2025 tarihinde E.2024/151 numaralı dosyada, 7527 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesiyle 5199 sayılı Kanun’un 3. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (f) bendinin ve (k) bendinde yer alan “...ve hayvanların rehabilite edileceği...” ibaresinin “..., hayvanların sahiplendirilinceye kadar barındırıldığı ve rehabilite edildiği...” şeklinde değiştirilmesinde bulunan “...sahiplendirilinceye kadar...” ibaresinin; 5. maddesiyle 5199 sayılı Kanun’un 13. maddesine eklenen birinci ve ikinci fıkralarının, ikinci fıkrasının değiştirilen dördüncü cümlesinde yer alan “...sahiplendirilinceye kadar...” ibaresinin ve 13. maddesiyle 5199 sayılı Kanun’un ek 1. maddesinin değiştirilen üçüncü fıkrasının Anayasa’ya aykırı olmadıklarına ve iptal taleplerinin reddine karar vermiştir.

A. 7527 Sayılı Kanun’un 2. Maddesiyle 5199 Sayılı Kanun’un 3. Maddesinin Birinci Fıkrasında Yapılan Değişikliklerin İncelenmesi

Dava konusu kurallarda; sahipsiz sokak hayvanlarının sahiplik ilişkisi kurulmaksızın bakımı imkânının ortadan kaldırılması ve bu hayvanların bakımevine alınması ile sahiplendirilinceye kadar bakımevinde tutulması öngörülmüştür.

Sahipsiz evcil hayvanların insanların sağlığı ve vücut bütünlüğü açısından oluşturabileceği risklerin ortadan kaldırılması amacıyla öngörüldüğü anlaşılan kuralların yaşam hakkı ile kişinin maddi ve manevi varlığının korunması hakkının bir gereği olduğu gibi bireylerin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkından kaynaklanan ihtiyacı da karşılamaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır.

Özellikle köpeklerin sahiplenilmeden bakılması modelinin ortadan kaldırılmasının bunların insanın yaşamına ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak yol açabileceği tehlikelerin bertaraf edilmesine katkı sunacağı açıktır. Bu hayvanların insan sağlığına yönelik olarak sebep olduğu tehlikenin önlenmesi bakımından ne tür bir kontrol modelinin benimseneceği hususunda kanun koyucunun geniş takdir yetkisi bulunmaktadır. Sahipsiz saldırgan hayvanların insan sağlığına yönelik olarak sebep oldukları tehlikenin ciddiliği karşısında kanun koyucunun söz konusu takdir yetkisi kapsamında tedbirleri belirlemesi mümkündür.

Evcil hayvanların sahiplenilmeden bakımının yapılması imkânının ortadan kaldırılmasının ve bu hayvanların sahiplendirilinceye kadar bakımevlerinde barındırılmasının devletin çevrenin sağlıklı ve dengeli olabilmesi için gereken tedbirleri alma yükümlülüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken yönü de bulunmaktadır. Sahipsiz hayvanların yarattığı tehlike ve zararların önüne geçilmesinin yanı sıra rehabilitasyon işlemlerinin de bu bakımevlerinde yapılacağı görülmektedir. Bunların barındırılma ve rehabilitasyon işlemlerinin hangi usul ve yöntemle gerçekleştirileceği hususunda da kanun koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır.

Sonuç olarak sahipsiz hayvanların sahiplendirilinceye kadar bakımevlerine alınması ve burada barındırılması yönteminin benimsenmesinin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkından kaynaklanan pozitif yükümlülükle çelişen bir yönü bulunmadığı değerlendirilmiştir.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralların Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal taleplerinin reddine karar vermiştir.

B. 7527 Sayılı Kanun’un 5. Maddesiyle 5199 Sayılı Kanun’un 13. Maddesine Eklenen Birinci ve İkinci Fıkraların İncelenmesi

1. Birinci Fıkra Yönünden

5199 sayılı Kanun’un 13. maddesinin dava konusu birinci fıkrasında 11/6/2010 tarihli ve 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu hükümlerine atıf yapılmak suretiyle bakımevine alınan köpeklere ilişkin olarak öngörülen şartların gerçekleşmesi hâlinde ötanazi işleminin uygulanmasına imkân tanınmaktadır.

Kural kapsamında sahipsiz köpeklere ötanazi işlemi uygulanmasının, devlete yüklenen insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi ile çevre hakkı ve kişinin maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülük çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir.

Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı ile kişinin maddi ve manevi varlığının korunması hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülükler, insanın sağlığı ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak zoonoz hastalıklar da dâhil olmak üzere köpeklerden gelebilecek risklere karşı önlem alınmasını zorunlu kılmaktadır. İnsanın sağlığı ve vücut bütünlüğünün korunması ile hayvanların korunmasına ve eziyet görmelerinin önlenmesine yönelik değerler karşı karşıya geldiğinde insanın sağlığının ve vücut bütünlüğünün korunmasına yönelik değerlere üstünlük tanınması gerektiği açıktır. Dolayısıyla evcil sokak hayvanlarının insanın sağlığı ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak tehlike oluşturması hâlinde bu tehlikenin bertaraf edilmesi amacıyla hayvanların öldürülmesi ya da farklı yöntemlerle sayılarının azaltılması yolunda tedbirlerin alınması mümkündür.

Kuşkusuz kanun koyucunun insanın sağlığı ve vücut bütünlüğüne tehdit oluşturan durumları bertaraf etmek için başvuracağı araçların kapsamını tespit etmede geniş bir takdir yetkisi bulunmaktadır. Kanun koyucunun bu husustaki tercihinin değerlendirilmesi anayasallık denetimi dışındadır. Dolayısıyla kanun koyucunun yaşam hakkı ile kişinin maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirmesi hakkının öngördüğü koruyucu tedbirler alma yükümlülüğü kapsamında diğer yöntemlerin yetersiz olacağının anlaşıldığı durumlarda belli şartlar altında öldürme yöntemine de cevaz veren düzenlemeler yapması mümkündür.

Kuralda ötanazi tedbirinin istisnai olarak belirli koşulların bulunması hâlinde uygulanması öngörülmektedir. Bu bağlamda ötanazinin ilke olarak bakımevine alınan sahipsiz köpeklerden insan ve hayvanların hayatı ve sağlığı için tehlike oluşturan ve olumsuz davranışları kontrol edilemeyen, bulaşıcı veya tedavi edilemeyen hastalığı bulunan ya da sahiplenilmesi yasak olanlar hakkında uygulanması hükme bağlanmıştır. Ayrıca kuralda atıfta bulunulan 5996 sayılı Kanun’a göre ötanazi işleminin veteriner hekim tarafından veya onun gözetiminde yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla anılan Kanun’da ötanazi tedbirine ilişkin olarak ilgili otoritelere tanınan yetkinin kullanımında hayvanlara insanca davranılmasını sağlayan, onlara acı ve eziyet verilmesini önleyen güvencelerin oluşturulduğu gözetildiğinde öldürme tedbirinin uygulanmasında idareye mutlak bir keyfîlik tanındığı söylenemez.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal talebinin reddine karar vermiştir.

2. İkinci Fıkra Yönünden

Dava konusu ikinci fıkrada ise yerel yönetimlerin sahipsiz köpeklere ilişkin olarak yürüttükleri iş ve işlemlerde Bakanlar Kurulunun 28/8/2003 tarihli ve 2003/6168 sayılı Kararı ile onaylanan Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi kapsamında gerekli olan idari tedbirleri almasına yetkili oldukları belirtilmiştir.

Yerel yönetimlerin sahipsiz köpek sayısının kontrol altına alınması amacıyla anılan Sözleşme’de öngörülen yakalama, tutma, kimlik sağlama, kısırlaştırma, sahipsiz hayvanları bulan kişilerin yetkili makamları bilgilendirmesini teşvik etme veya öldürme gibi tedbirlerden somut durum açısından gerekli/uygun olanı belirleme hususunda takdir yetkisi bulunmaktadır.

Bununla birlikte kural kapsamında idarece tedbire başvurulurken mevcut durumun ve koşulların özelliklerinin gözetilmesi, hayvanların sayısının azaltılmasında öncelikle en hafif tedbirin uygulanması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle yerel yönetimler idari tedbirlere ilişkin takdir yetkisini kullanırken çevreye ve hayvanlara en az zarar verecek nitelikte olan tedbiri tercih etmekle yükümlüdür. Nitekim somut olayın koşullarında uygun olmamasına rağmen en ağır nitelikte tedbir olan ötanaziye başvurulması durumunda ilgililer hakkında anılan Kanun’un 28/A maddesinin ikinci fıkrası gereğince cezai sorumluluk doğması mümkündür.

Öte yandan mevcut durum ve koşulların ötanazi tedbirinin uygulanmasını gerektirdiği hâllerde hayvanlara acı ve eziyet verilmesini önleyen güvencelerin bulunup bulunmadığının da değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda kuralda atıf yapılan Sözleşme’nin 11. maddesinde veteriner hekim veya diğer bir yetkilinin yardımının hızlı bir şekilde temin edilemediği veya ulusal mevzuat kapsamında bir hayvanın acısını ortadan kaldırmaya yönelik acil veya ulusal mevzuatla öngörülen diğer tüm acil durumlar dışında, bir ev hayvanının ancak bir veteriner hekim veya diğer bir yetkili tarafından öldürülebileceği belirtilmiştir. Ayrıca 5996 sayılı Kanun’da da benzer nitelikte düzenlemelerin bulunduğu görülmektedir.

Bu itibarla kuralda sahipsiz köpeklere ilişkin olarak yürütülen iş ve işlemlerde Sözleşme kapsamında yerel yönetimlerce alınacak idari tedbirler kapsamında ötenazi/öldürme ve diğer tedbirlerin uygulanmasına imkân tanınmasının devletin kişinin maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirmesi hakkı ile sağlıklı ve dengeli çevrede yaşama hakkından kaynaklanan yükümlülüğüne aykırı bir yön bulunmamaktadır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal talebinin reddine karar vermiştir.

C. 7527 Sayılı Kanun’un 13. Maddesiyle 5199 Sayılı Kanun’un Ek 1. Maddesinin Değiştirilen Üçüncü Fıkrasının İncelenmesi

Dava konusu kuralda; büyükşehir belediyeleri, il belediyeleri ve nüfusu yirmi beş bini aşan belediyeler bakımından, anılan Kanun’un geçici 4. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen kaynağı ayırmayan belediye başkanı ve meclis üyeleri ile ayrılan kaynağı hayvan bakımevi kurmak, sahipsiz hayvanları toplamak, rehabilite etmek veya sahiplendirilinceye kadar bakmak için sarf etmeyen ya da bu kaynağı başka amaçlar için sarf eden belediye başkanı ve belediye yetkililerine altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verileceği hükme bağlanmıştır.

Anayasa'nın 17. ve 56. maddeleri uyarınca kanun koyucunun kişinin maddi ve manevi varlığının korunması, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşaması için gerekli tedbirleri alarak bu konuda yaptırım öngörmesi hususunda takdir yetkisinin bulunduğu açıktır. Dolayısıyla kuralla devletin anılan haklardan kaynaklanan pozitif yükümlülükleri gereğince alınan önlemlerin devamlılığının ve buna aykırı davranışların cezai yaptırıma bağlanarak caydırıcılığının sağlanmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır.

Kuralda faillerin niteliğinin, hangi somut eylem ve olguya cezai yaptırım bağlandığının, uygulanacak cezanın miktarı ve türünün açıkça ortaya konulduğu gözetildiğinde suç ve cezaların kanuniliği ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.

Hayvan bakımevlerinin kurulması ve burada besleme, barınma, rehabilitasyon gibi faaliyetlerin gerçekleştirilmesi için Kanun’da düzenlenen mali kaynağın yerel yönetimler tarafından ayrılması ve amacına uygun olarak sarf edilmesi oldukça önem arz etmektedir. Bu itibarla 5199 sayılı Kanun’un geçici 4. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen kaynağı ayırmayan, ayrılan kaynağı amacına uygun sarf etmeyen ya da bu kaynağı başka amaçlar için kullanan belediye başkanı, meclis üyeleri ve belediye yetkililerine hapis cezası öngörülmesinin ulaşılmak istenen amaç bakımından elverişli olduğu anlaşılmaktadır.

Öte yandan hayvanlardan kaynaklı risklere karşı insanın yaşamı ve vücut bütünlüğünün korunması için hangi tedbirlerin gerekli olduğunun değerlendirilmesi öncelikli olarak kanun koyucunun takdirindedir. Bu bağlamda alınacak tedbirlerin uygulanması için öngörülen yükümlülükleri yerine getirmeyen kamu görevlilerine yönelik olarak yaptırım uygulanması da anılan yetki kapsamındadır. Bu doğrultuda kamu görevlilerinin yükümlülüklerine aykırı davranmaları herhangi bir zarara neden olmasa dahi bu fillerin doğrudan bir tehlike suçu olarak düzenlenmesi de mümkün olabilir. Nitekim ceza politikasının belirlenmesi hususunda kanun koyucunun geniş takdir yetkisi bulunmaktadır. Anayasa’da devletin cezalandırma yetkisinin sadece zarar doğuran hukuka aykırı fiillere yönelik olduğu söylenemez. Dolayısıyla insanın sağlığı ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak fiilen zarar doğurmayan ancak zarar tehlikesi açık ve yakın olan fiiller için de hürriyeti bağlayıcı ceza öngörülmesinde anayasal bir engel bulunmamaktadır. Bu itibarla kural kapsamında öngörülen fiillere karşılık hürriyeti bağlayıcı ceza yaptırımının öngörülmesinin ulaşılmak istenen meşru amaç bakımından gerekli olmadığı da söylenemez.

Suçun faili olabilecek kişilerin belediyenin bütçesinin hazırlanması ve bu bütçe çerçevesinde harcamaların yapılması sürecine aktif olarak katıldıkları, bir başka ifadeyle uyulması zorunlu olan ve aksine davranış hâlinde hapis cezası öngörülen fiillerin bu kişilerin hâkimiyet alanında gerçekleştiği dikkate alındığında kuralda öngörülen amaç ile ceza miktarı arasında makul dengenin sağlandığı görülmektedir. Bu çerçevede kuralın ölçülülük ilkesiyle bağdaşmayan bir yönünün bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu itibarla kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında ihdas edildiği anlaşılan kural hukuk devleti ilkesine aykırı olmadığı gibi kuralın suç ve cezaların kanuniliği ilkesiyle çelişen bir yönü de bulunmamaktadır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal talebinin reddine karar vermiştir.

Aday Sürücülerin Sürücü Belgelerinin İptal Şartlarının Yönetmelikle Düzenlenmesini Öngören Kurala İlişkin İtiraz Başvurusu Hakkında Karar

Anayasa Mahkemesi 17/6/2025 tarihinde E.2025/28 numaralı dosyada, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na 6495 sayılı Kanun’un 22. maddesiyle eklenen ek 17. maddenin ikinci fıkrasında yer alan “...sürücü belgelerinin iptal edilme...” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline, iptal hükmünün kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir.

İtiraz Konusu Kural

İtiraz konusu kuralda, aday sürücülerin sürücü belgelerinin iptal edilme şartlarının yönetmelikle düzenlenmesi öngörülmektedir.

Başvuru Gerekçesi

Başvuru kararında özetle; aday sürücü belgesinin iptaline dayanak alınabilecek eylemlerin çerçevesinin kanunla belirlenmesi gerektiği, itiraz konusu kuralla temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir alanda idareye sınırları belli olmayan bir düzenleme yetkisinin tanındığı belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

İtiraz konusu kural, yönetmelikle belirlenen hâllerde aday sürücülerin sürücü belgelerinin iptalini öngörmek suretiyle bireylerin özel hayatlarının bir parçası hâline gelen araç kullanabilme imkânını ortadan kaldırarak özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkına sınırlama getirmektedir.

Anayasa’nın 13. maddesine göre özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkına sınırlama getiren düzenlemelerin kanunla yapılması, Anayasa’da öngörülen sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekir. Bu kapsamda özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkını sınırlamaya yönelik bir kanuni düzenlemenin şeklen var olması yeterli olmayıp temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması gerekmektedir. Temel hakları sınırlayan bir kanunun bu niteliklere sahip olması Anayasa’nın 7. maddesiyle güvenceye alınan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin de bir gereğidir. Nitekim türevsel nitelikteki düzenleyici işlemler bakımından yürütmenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir kanun kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın yürütmenin düzenlemesine bırakılması, Anayasa'nın belirtilen maddesine aykırılık oluşturur.

Kuralda hangi hâllerde aday sürücülerin sürücü belgelerinin iptal edileceğine ilişkin bir düzenlemeye yer verilmeden bu konunun düzenlenmesinin tamamıyla yönetmelikle yapılması öngörülmektedir. Diğer bir ifadeyle kuralla aday sürücülerin sürücü belgelerinin iptal edilmesi yaptırımına bağlanan eylemlerin neler olduğuna ilişkin belirlemenin yapılmadığı, söz konusu belgenin iptaline neden olabilecek hâllerin belirlenmesi yetkisinin ise tümüyle idareye bırakıldığı görülmektedir.

Dolayısıyla kuralda yaptırıma konu olacak aday sürücü belgesi iptal şartlarına ilişkin olarak yasal çerçevenin çizilmediği ve ilkelerin oluşturulmadığı, bu suretle özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkına getirilen sınırlamanın kanunilik koşulunu sağlamadığı anlaşılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

Bu basın duyurusu Genel Sekreterlik tarafından kamuoyunu bilgilendirme amacıyla hazırlanmış olup bağlayıcı değildir.

{ "vars": { "account": "G-DWD9KP42D3" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } } < type="adsense" data-ad-client="ca-pub-7735276658433681">