Türkiye'de ekonomi ve siyaset sahnesi, son yıllarda “tasarruf”, “reform”, “rekor” ya da “başarı” gibi kulağa teknik ve kaçınılmaz gelen bir dizi terimle kuşatılmış durumda. Bu dil, ekonomi politikalarını nesnel, bilimsel ve sorgulanamaz birer zorunluluk olarak sunma eğilimindedir. Oysa bu söylemin ardındaki gerçeklik, toplumun geniş kesimleri için son derece somut ve acı vericidir: Sosyal devletin temel unsurları birer birer zayıflatılıyor, kamu kaynakları sınırlı kesimlere akıtılırken yoksulluk, şaşırtıcı bir biçimde “sürdürülebilir” kılınıyor.
Emekli maaşından konut fiyatlarına, okul sıralarından otoyol gişelerine kadar hissedilen bu gerçeklik, Türkiye’nin hangi toplumsal tasavvura doğru ilerlediğinin en açık kanıtıdır. Emeklilik, barınma, eğitim ve özelleştirme meseleleri, sosyal dokunun çözüldüğü bu zincirin farklı halkalarıdır. Bu zincirin haritası ve yol göstericisi ise bütçedir.
Bütçe, sıklıkla sunulduğu gibi salt bir muhasebe tablosu ya da bir gelir-gider cetveli değildir. Bütçe, bir toplumda kimin korunmaya değer bulunduğunu ve kimden fedakârlık istendiğini gösteren bir siyasal belgedir. Bu nedenle, kamu maliyesi üzerine yapılan tartışmaların teknik ve nesnel zorunluluklar olarak sunulması, siyasal tercihi gizleyen en büyük yanılsamadır. Oysa bütçe açıklarını kapatmanın ya da "tasarruf" çağrılarının ardında daima bir toplumsal tasavvur ve siyasal tercihler dizisi vardır.
Bütçe açığını kapatmanın yolu, hangi kesimlerden fedakârlık isteneceğini, hangi harcamalardan kısıntıya gidileceğini ve hangi gelir kalemlerinin artırılacağını seçmektir. Bu seçimler, doğrudan sınıfsal ilişkileri ve güç dengelerini ilgilendirir. Dolayısıyla bütçe tartışmaları, sadece teknik birer maliyet hesabı olmaktan çıkarılıp, demokrasi, yurttaşlık hakları ve sosyal adalet tartışmasının merkezine yerleştirilmelidir. Türkiye’nin önündeki en temel soru, bütçeyi ve kamu kaynaklarını kimin yararına kullanacağıdır.
Bütçe Tercihleri kimden yana
Türkiye’de bütçe, uzun süredir toplumun geniş kesimlerinin temel ihtiyaçlarını ikinci plana iten bir anlayışla hazırlanmaktadır. Bu anlayış, tasarruf çağrılarının sınıfsal bir ayıklama aracına dönüştürülmesine neden olmuştur. Bir yanda, emeklilere açlık seviyesinin yarısına yakın bir aylık "uygun" görülürken, diğer yanda, ayrıcalıklı kesimlerin konforu ve itibarı, kamu harcamalarının dokunulmaz alanı olarak korunmaktadır.
Bütçe açıkları gerekçe gösterilerek toplumun en kırılgan kesimlerinden feragat beklenirken, büyük ölçekli rant projeleri ve yüksek maliyetli bürokratik harcamalar sorgulanmaksızın sürdürülmektedir. Bu harcamaların en çarpıcı örneğini, garanti projeler oluşturur: Geçiş garantili otoyollar, yolcu garantili havalimanları ve doluluk garantili şehir hastaneleri. Bu projelere yapılan ödemeler sadece bugünün değil, gelecek nesillerin de kamu kaynaklarını ipotek altına almaktadır. Bu, kamu kaynaklarını dar bir zümrenin kârına dönüştüren, sosyal devleti değil, rantı besleyen siyasal bir tercihtir.
Ocak–Temmuz birikimli bütçe verileri, bu siyasal tercihin somut bir tablosunu sunmaktadır:
- 2016’da eğitimin bütçedeki payı %19 iken, 2025’te bu oran %13’e gerilemiştir.
- Aynı dönemde faiz ödemeleri ise %10’dan %16’ya çıkmıştır.
- Sağlık hizmetlerinin payı %5’ten %8’e yükselmiştir.
Bu tablo, geleceğe yatırım niteliğindeki eğitim gibi alanların payının küçüldüğünü, finansal rantı temsil eden faiz yükünün ise bütçede devasa bir boyuta ulaştığını açıkça göstermektedir. Eğitimden yapılan bu kısıntı, yüz binlerce genç öğretmenin işsiz kalmasına neden olurken, bütçenin önceliği faiz ödemelerine kaydırılmıştır.
“Kaynak yok” denilen nitelikli hizmetler, güçlülerin konforu ve rant projeleri için vardır, ancak öncelik farklıdır. Bu veri karşıtlığı, bütçenin teknik bir maliyet hesabı değil, aksine sınıfsal bir siyasal belge olduğunun en somut göstergesidir. Kamu kaynaklarının önceliği çocukların sağlığı, beslenmesi ve eğitimi olması gerekirken, bütçe tercihi, kaynakları faize yönlendirmektedir.
Vergi Adaletsizliği
Bütçenin sınıfsal karakteri sadece gider tarafında değil, gelir ayağında da kendini gösterir. Kamu harcamalarını kimin finanse edeceği sorusu, sınıfsal ilişkilerin bir diğer kritik yansımasıdır. Türkiye’de kamu gelirlerinin büyük bölümü dolaylı vergilerden (Katma Değer Vergisi, Özel Tüketim Vergisi vb.) elde ediliyor. Bu tür vergiler, gelire göre değil tüketime göre alındığı için, düşük gelirli yurttaşlar üzerindeki yük daha ağır olmaktadır. Bu durum, dolaylı vergilendirmenin regresif doğasından kaynaklanır: Yüksek gelirli bir bireyin ekmekten ödediği KDV ile asgari ücretlinin ödediği KDV mutlak olarak aynı olsa da, bu miktar asgari ücretlinin toplam gelirine oranla çok daha büyük bir fedakârlık teşkil eder. Bu sistem, geliri düşük olanı daha fazla cezalandırarak, eşitsizliği bütçe mekanizması aracılığıyla derinleştirir.
Oysa vergi adaleti, bu yükü tersine çevirmeyi gerektirir. Vergi adaleti, yüksek gelir gruplarının daha yüksek oranlarda vergilendirilmesini, servet vergisi uygulamasını, artan oranlı gelir vergisini ve kentsel rantın, finansal kazançların etkin biçimde vergilendirilmesini zorunlu kılar.
Servet ve Rantın Dokunulmazlığı
Bu tür düzenlemeler, sadece kamu gelirlerini artırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal eşitsizliklerin giderilmesine de doğrudan katkı sunar. Ancak bu tür reformlar, yıllardır siyasi gündemin dışına itilmektedir. Tüketim üzerinden alınan vergilerle kamu gelirlerini artırma çabası, yükü sistematik olarak emekçilerin sırtına bindirir. Vergi politikalarındaki bu tercihsizlik, aslında güçlü bir tercihtir: Servet ve rant sahiplerini koruma altına alan, vergilendirme yükünü ise sabit gelirli kesimlere yükleyen bir sınıfsal tercihin yansımasıdır.
Özellikle büyükşehirlerdeki kentsel rant ve konut piyasasındaki spekülatif kazançlar, etkin bir vergilendirmeye tabi tutulmaz. Bu, hem konut fiyatlarının şişmesine zemin hazırlar hem de kamu hizmetlerinden faydalanan ancak vergi yüküne adil katkı sunmayan bir zümre yaratır. Finansal kazançların ve büyük servetlerin vergilendirilmesindeki eksiklik, mevcut ekonomik modelin, üretim ve istihdam yerine rant ve finansal spekülasyonu teşvik ettiğini gösterir. Bu durumda bütçenin gelir ayağı da, tıpkı gider ayağı gibi, emekçileri ve kırılgan kesimleri feda eden bir politikanın temelini oluşturur.
Sosyal devletin gerileyişi
Türkiye’de kamu maliyesi tartışmaları, genellikle sadece bütçe açığı gibi iç dinamiklere odaklanır; oysa uluslararası karşılaştırmalar, sosyal devletin kapsam ve niteliğinde yaşanan daralmayı çarpıcı biçimde ortaya koyar.
IMF verilerine göre, Türkiye'nin kamu harcamalarının milli gelire oranı 2023’te %33,2’dir. Bu oran, Fransa, Finlandiya gibi ülkelerde %50’ye yaklaşırken, Türkiye OECD ortalamasının da altında kalmaktadır. Bu düşük oran, Türkiye’nin sadece kamu harcaması miktarında değil, aynı zamanda kamu hizmetlerinin kapsamı ve niteliği konusunda da geride kaldığı anlamına gelir.
Sosyal devletin daralması, vatandaşın hayatındaki en temel güvencelerin zayıflaması demektir. Kamu harcamalarının yetersizliği, kamu okullarındaki fiziki koşulların, sağlık hizmetlerindeki randevu sürelerinin ve sosyal yardım mekanizmalarının etkinliğinin azalmasına yol açar. Bir toplumun kaynaklarının yarısından fazlasını kamu hizmetlerine ayıran (OECD ortalaması etrafındaki) ülkeler, yurttaşlarına çok daha geniş bir sosyal güvenlik ağı sunmaktadır. Türkiye’de ise bu ağ sürekli daralmaktadır.
Sosyal devletin daralması, kamu istihdamında da net bir tablo çizer. OECD’nin 2023 verileri, Türkiye’de genel devlet istihdamının nüfusa oranının %4,8 olduğunu, OECD ortalamasının ise %8,5 olduğunu gösterir. Danimarka ve İsveç’te bu oran %14,7’ye kadar yükselir.
Bu düşük kamu istihdamı oranı, eğitimden sağlığa, denetimden sosyal hizmete kadar birçok alanda ciddi sorunlara yol açar. Yetersiz personel, kamu hizmetlerinin kalitesini düşürür, denetim mekanizmalarını zayıflatır ve vatandaşın devlete erişimini zorlaştırır. Kamu hizmetlerinin kapsamını ve niteliğini geliştirmek için bu alanlarda uzun vadeli kadrolar açmak elzemdir. Bu, yalnızca hizmet kalitesini artırmakla kalmaz, aynı zamanda genç işsizliğini azaltır ve bölgesel dengesizlikleri giderek, ekonomik bir dengeleme işlevi de görür.
Özelleştirme ve Stratejik Kaynakların Kaybı
Bu daralma sürecini en keskinleştiren unsur ise özelleştirme politikalarıdır. Şeker fabrikalarından demir-çelik tesislerine, petrol rafinerilerinden kupon arazilere kadar satılmadık kamu varlığı bırakılmamıştır. Bugün, otoyollar ve köprüler de benzer bir tabloyla karşı karşıyadır.
Özelleştirme sadece bir muhasebe kalemi değildir; sosyal devlet ilkesinin ve kamusal hizmet anlayışının sınırlarını belirler. Köprüler, otoyollar, elektrik dağıtım şirketleri veya limanlar bir ülkenin altyapısı ve egemenliğinin parçasıdır. Bunları "nakit akışı" yaratmak için özel sektöre devretmek, yurttaşların ödediği vergilerle yapılan yatırımların, özel şirketlerin kâr aracına dönüşmesi demektir. Bu durumda halk iki kez öder: önce yatırım için vergisiyle, sonra kullanım için geçiş ücretiyle. Bu süreç, eşitsizliği ve yoksullaşmayı daha da derinleştirir. Kamu yararını önceleyen bir anlayış, altyapıyı stratejik bir kamu hizmeti olarak görmeli, kamu kaynaklarını "nakit yaratma" aracı olarak değil, uzun vadeli toplumsal fayda için kullanmalıdır.
Yoksulluğun Üç Boyutu: Emeklilik, Barınma, Eğitim
Bütçe ve vergi politikalarındaki bu tercihler, toplumun en kırılgan üç temel güvencesi olan emeklilik, barınma ve eğitim alanlarında somut krizlere yol açmıştır.
2016’da emeklilerin nüfus içindeki payı %14 iken, 2024’te bu oran %18,5’e yükselmiştir. Ancak aynı dönemde, toplam emekli aylık ödemelerinin milli gelire oranı gerilemiştir. Bu durum, daha fazla sayıda emeklinin, milli gelirden daha az pay aldığı anlamına gelir.
Sonuç vahimdir: 65 yaş üstünde 2,6 milyon insan yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altındadır. Son üç yılda bu risk altındaki yaşlı nüfus 1 milyondan fazla artmıştır. Bu tablo, uygulanan "tasarruf" politikasının işe yaradığını değil, yoksulluğu derinleştirdiğini kanıtlamaktadır. "Sürdürülebilirlik" adı altında sürdürülen şey, refahın değil, yoksulluğun sürdürülmesidir. Sosyal güvenliği bir maliyet kalemi olarak değil, toplumsal refahın temeli olarak gören bir bütçe düzeni, bu krizi aşmanın ilk adımıdır. Gerçek mali disiplin, zayıflardan keserek değil, vergi adaletini sağlayarak ve kamu kaynaklarını yoksulluğu azaltmaya yönelterek olur.
Bu çerçevede kamudan emekli olan memurların yaşadığı haksızlık ayrıca dikkat çekicidir. 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kamu çalışanlarına 8 bin liralık seyyanen artış yapılmış, ancak bu artışın emekli ikramiyesine, emekli maaşına ve diğer özlük haklarına yansımayacağı kanunla hükme bağlanmıştır. Çalışırken alınan bu ek gelir, emeklilik dönemine taşınmayarak milyonlarca kamu emekçisinin geleceği törpülenmiştir. Vatandaşına kısa vadeli bir iyileştirme sunarken uzun vadede yoksulluğa mahkûm eden bu yaklaşım, iktidarın tercih ettiği toplumsal tasavvurun en açık göstergesidir.
Oysa yapılması gereken açıktır: Seyyanen artışların sosyal haklara yansımamasına ilişkin yasal düzenleme kaldırılmalı, bu haklar emeklilik döneminde de refah içerisinde yaşanmasına imkân verecek bir aylığa dönüştürülmelidir. Ayrıca hâlihazırda emekli olmuş ve bu düzenlemeden mahrum bırakılmış kamu emekçilerinin de aynı haktan yararlanması sağlanmalıdır.
Resmî söylem sürekli "konut satışlarında rekor" manşetleriyle başarı hikâyeleri pazarlasa da, gerçekte ev sahibi olanların oranı düzenli biçimde düşmektedir. Tapu devri hızlanırken, yurttaşın kalıcı barınma güvencesi zayıflıyor. Satışların önemli bir kısmı kredili değil, peşin alımlarla gerçekleşiyor. Bu tablo, barınma ihtiyacı olan yeni haneleri değil, birden fazla konutu olan portföy sahiplerini besliyor.
Konut yatırım aracına dönüştükçe, fiyatlar şişiyor, kiralar tırmanıyor ve barınma hakkı piyasa içinde eriyip gidiyor. Konut hakkını korumak için, çoklu konut vergisi, boş konut vergisi, kira kontrolü ve kamu eliyle nitelikli, erişilebilir sosyal konut üretimi gibi politikalar hızla hayata geçirilmelidir. Singapur ve Birleşik Krallık gibi örneklerde olduğu gibi, bu tür önlemler spekülatif talebi maliyetli hâle getirerek piyasanın dengesini sağlar. Bu, sadece dar gelirli değil, orta sınıfın da barınma güvenliğine katkı sunar. Asıl başarı, kaç tapu devri olduğu değil, kaç yurttaşın güvenli bir yuvaya kavuştuğudur.
Eğitimde sessiz alarm
Eğitim alanında yaşananlar, ülkenin geleceği için verilen en ağır tavizlerden biridir. Türkiye, öğretmen başına düşen öğrenci sayısında Avrupa’da zirvededir. 2016’da bütçenin %19’u eğitime ayrılırken, bugün bu oran %13’e düşmüştür; aynı yıllar içinde faiz ödemelerinin payı %16’ya yükselmiştir.
Yüz binlerce genç öğretmen işsizken, okullarda ücretli ve güvencesiz öğretmenlik uygulamalarıyla günü kurtarma yaklaşımı sürmektedir. Ücretsiz okul yemeği, dünyanın pek çok ülkesinde temel bir sosyal hak olarak görülürken, Türkiye’de tartışmaya bile konu edilmemektedir. Eğitim harcamasını maliyet değil, ülkenin geleceğine yapılan yatırım olarak konumlandırmak ve öğretmen arzıyla öğrenci talebini uyumlu hâle getirmek şarttır. Kamu kaynaklarının önceliği çocukların sağlığı, beslenmesi ve eğitimi olmalıdır.
Çıkış Yolu: Sosyal Devlet ve Kamu Yararı Vizyonu
Türkiye’nin önünde duran bu temel sorunlar zinciri, birbirini besleyen siyasal tercihlerden oluşmaktadır. Emeklinin lokmasını küçülten mali disiplin anlayışı, barınma hakkını piyasanın insafına bırakan konut politikası, eğitimde kaynakları faize yönlendiren bütçe tercihi ve kamu varlıklarını satıp "nakit yaratmaya" çalışan özelleştirme programı, bu zincirin halkalarıdır.
Bu zinciri kırmanın yolu, teknik terimlerin arkasına saklanan siyasal tercihleri açıkça ifşa etmek ve kamu yararını merkeze alan bir yaklaşımı hayata geçirmektir.
Gerçek mali sürdürülebilirlik, toplumun en kırılgan kesimlerinden tasarruf ederek değil; yüksek gelir ve servet gruplarını etkin biçimde vergilendirerek, kamu yatırımlarını uzun vadeli sosyal faydaya yönlendirerek ve kamu hizmetlerini güçlendirerek sağlanabilir. Bu, sadece bir adalet meselesi değil, aynı zamanda ekonomik olarak daha rasyonel bir yaklaşımdır. Yüksek refah düzeyi, uzun vadede iç talebi, üretkenliği ve vergi tabanını genişletir.
Sosyal devlet, sadece yardım etmek anlamına gelmez; eşitlik ve güvence demektir. Sosyal devletin inşası; çocukların ücretsiz ve nitelikli eğitimi, yurttaşların güvenli barınması, yaşlıların insanca emekliliği ve kamu altyapısının halkın ortak malı olarak kalması anlamına gelir.
Bir ülkenin geleceği, kolay tercihlerle değil, kamu yararını esas alan ve eşitliği önceleyen tercihlerle şekillenir. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey, teknik zorunluluklara boyun eğmek değil, siyasal iradeyi sosyal devlet ve kamu yararı ekseninde yeniden tanımlamaktır. İhtiyaç duyulan şey, tam da budur.